Feminist
hareket, kampanyalar ve bilinç yükseltme çalışmalarıyla ortak bir
“kadınlık bilinci” yaratmaya çalışırken, hep bu ortaklığa vurgu yaptı:
“Biz kadınlar” diye başlayan Feminist Bildirge, bu vurgunun cisimleşmiş
haliydi. “Biz kadınlar, eziliyor ve sömürülüyoruz. Bedenimize, emeğimize
ve kimliğimize el konuluyor....”. Feministlerin tanımladıkları
ortaklık, ezilmeden kaynaklanan, “negatif bir ortaklık” idi.
“Birbirimizden farklı olabiliriz ama hepimiz eziliyoruz” demekti. Bir
ortaklıktan söz ederken ezilme noktalarının “beden, emek ve kimlik” diye
ayrıştırılması ise, farklılıkların farkında olunduğunun işaretiydi. Hem
feministler arasındaki farklılıkların hem de kadınlar arasındakilerin.
Türkiye’de
feminist hareketin üzerinde durduğu bu “negatif ortaklık” zemini,
kadınların kurtuluşunu modernleşme ile ilişkilendiren eski ve güçlü
devlet feminizminden kopuşa işaret ediyor gibi görünüyordu:
“azgelişmişlik”ten değil, ezilmeden söz etmek, feminizmi bir aydınlanma
(ve aydınlatma) projesi olmaktan çıkarıp politik mücadele olarak
tanımlamak anlamına geliyordu sanki.
Bu
noktada hatırlamak gerekir ki, Türkiye modernleşmesinde “aydınlatma”
misyonu da hep bir politik mücadele olarak tanımlanmıştı. Karanlığa,
geriliğe karşı bir mücadele. Orta sınıftan eğitimli kadınlar, bu
mücadelede resmî ideolojinin ve devletin doğal müttefiki olarak hareket
etmişlerdi. Ancak, modernleştirici bir özne olarak devlet tarafından
yürütülmesi ve sonra da 1960’lar ve ’70’lerden gelen ulusal kalkınmacı
sol paradigma, bence bu mücadelenin politik niteliğini görmeyi
engelleyen bir işlev taşıdı.2 Aydınlık/karanlık, ileri/geri kavramsal
ikililerinin sol söylem içindeki gücü, modernleşmeci paradigma ile
kalkınmacı sol arasındaki sürekliliği gösteren bir işaret olarak
okunabilir. Bu işaretin özel anlamı, asıl ve ağırlıklı olarak kadınlar
üzerinden tanımlanmasıydı tabiî. Aydınlığın ve ileriliğin de, karanlığın
ve geriliğin de sembolleri olarak kadınlar.
Feministler,
1989’da “biz kadınlar...” dediklerinde, bütün kadınları kapsayacak
genişlikte bir ortaklığı varsaymışlardı. Okumuş yazmış, iş güç sahibi
kadınların da pekâlâ dayak yiyebildiklerini söylemek, bu ortaklığı
vurgulamak anlamına geliyordu. Modernleşmenin ışığının kadınlara
düşmediğini söylemek. Ama bunu açıkça söylemek, modernlik eleştirisini
bir politik söz olarak kurmak yerine, cinsiyetin nasıl sınıfsal ya da
başka farklılıkları “yatay kesen” bir kategori olduğunun kanıtı olarak
kullandılar, böylece bence çok önemli bir kopuş imkânını atladılar. Bu
kopuş, “kadın hareketi” denen belirsiz topluluk ile feminizmin farkını
politik eylemlilik içinde ortaya koymayı da mümkün kılacaktı - oysa bu
farkı adlı adınca ifade etmek bile pek çok durumda mümkün olmadı.
Çünkü,
ortaklığı politik değil, sosyolojik bir ortaklık olarak kurdular
böylelikle: ezilmeden kaynaklanan bir ortaklık. İşte tam da bunu
yaparak, bir yandan modernleşmeci gelenekten kopmaya çalışırken, diğer
yandan bu gelenekle bağlarını pekiştirdiler. Evet, “biz kadınlar” demek,
kadınların kendilerini bir özne olarak tanımlamak, önemli bir kopuştu.
Artık kadınları kurtarmaktan değil, kadınların kurtuluşundan söz
edilmekteydi çünkü. Ancak bu öznenin politika değil sosyoloji zemininde
kuruluyor oluşu, bu kopuşun radikalliğini ve gücünü eksiltti. Bir
ortaklık olarak Kadınlık eğer ezilmeden doğuyorsa, yani asıl olarak
sosyolojik olarak tanımlanıp buradan kadın politikası üretiliyorsa,
kurtuluşun kadınların kendileri ya da kurtarıcılar eliyle olması
arasında çok büyük bir fark kalmaz - asıl fark, Kadınlık’ın politik bir
ortaklık olarak tanımlanabilmesiyle sağlanır. Bu iddianın tartışılması,
bir yazının takatini aşıyor korkarım, ama böyle bir noktaya nerelerden
geçerek geldiğimi göstermeye çalışacağım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder