Beğen

29 Aralık 2012 Cumartesi

Hollywood Kadın Star Sistemi:Marilyn Monroe


My Week with Marilyn filminde kadının hikayesinin bir erkek üzerinden anlatılmasına tanık oluyoruz.

Marilyn Monroe kuşkusuz popüler kültürün en önemli ikonlarından biridir.  Roger Ebert'ın söylediği gibi sadece bir isim değil, özlenen bir kadın idealinin özetidir*. Onun hemen her fotoğrafında gülen, neşe saçan yüzüyle trajik ölüm hikayesi büyük bir tezat oluşturur.
Onu unutulmaz yapan; seksi sarışın imgesi ile ölümünden önceki son 5-6 yılı ciddi bir depresyon ve uyku hapları eşliğinde geçirmesi arasındaki sözünü ettiğim bu tezattır belki de. Bizlere sürekli "her şey yolunda" diyen yüzüdür.
My Week with Marilyn filmi sinemada, yaş aralığı yirmi ile altmış arasında değişen kadınlarla birlikte izledim. Salonda hiç erkek olmaması oldukça garip geldi bana. Tüm kadınlar Marilyn'le geçirilecek bir haftanın nasıl olabileceğini merak ediyordu anlaşılan.
Ancak film izleyicisine ilham kaynağı olabilecek bir kadın sunmadığı gibi "seksi sarışın" olma halinin de oldukça acınası bir durum olduğunu söylüyor. Ebert aynı yazısında Michelle Williams'ın yarattığı Marilyn Monroe'nin seks yapma değil sarılma isteği uyandırdığını belirtmekte.
My Week with Marilyn bir Marilyn Monroe filmi değil. Film, Marilyn ile bir hafta geçiren erkek özne Colin Clark ve onun Marilyn Monore'ya dair anıları hakkında. Kadın sanatçılara dair yapılan çoğu filmde olduğu gibi, My Week with Marilyn'de de kadının hikayesinin bir erkek üzerinden anlatılmasına tanık oluyoruz.
Tıpkı Camille Claudel, İris, Frida, Sylvia, Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus ve La Vie En Rose gibi filmlerde olduğu gibi. Sıralanan filmlerin hepsi isimlerinde yer verdikleri kadınları anlattıklarını iddia ederler ancak kadınların hayatlarını derinden etkileyen, peşinden sürüklendikleri güçlü bir erkeği anlatmaktan öteye gidemezler.
Bu Camille Claudel için Rodin, İris Murdoch için John Bayley, Frida Kahlo için Diego Rivera, Sylvia Plath için Ted Hughes, Diane Arbus için Lionel ve Edith Piaf içinse Louis Leplee , Marilyn Monroe içinse Arthur Miller ve Colin Clark'tır.
Kadın sanatçıları konu edinen filmlerle, erkek sanatçıları konu edinen filmler arasındaki diğer farksa erkeğin bunalımları ve deliliğinin dehasından kaynaklanması (örneğin A Beautiful Mind ile yapılacak bir karşılaştırma bu durumu açıkça ortaya koyar) kadınların bunalımlarının ise böylesi bir deha durumuna işaret etmeyişidir.
Kadınların bunalımları istisnasız biçimde sevdikleri erkeklerle yaşadıkları sorunlardan, yalnız ve acınacak durumda oluşlarından, kelimenin belirsiz anlamıyla "sorunlu"  olmalarından kaynaklanır. Kısaca, kadın sanatçıların deha ile ilgisi yoktur onlar dahi sıfatını hak etmezler.
My Week with Marilyn'de Colin Clark aracılığıyla, onun bakış açısından kısa bir süre temas ettiğimiz Marilyn Monroe da; baba sevgisi arayışında olan, sevgi yoksunu, kırılgan, özgüvensiz,  küçük bir kız çocuğudur adeta.
Tüm bu zayıf ve histerik kadın temsillerine bakıp da içi daralanlar için Jane Campion'un Bright Star filmi son derece ilham verici. Campion, kadın sanatçılara birlikte oldukları erkekler üzerinden bakan ve onları nesneleştiren egemen bakışı tersine çevirir ve şair John Keats'e, sevgilisi Fanny Brawne'nin bakış açısından bakar. Fanny Brawne, Keats'in şairin karanlık hayatının dolayısıyla filmin parlak ışığıdır, en önemlisi John Keats'in kısacık ömründe ayakta kalmasını sağlayan insandır.
"Gül Yaşartürk'ün yazısından alıntıdır."

19 Aralık 2012 Çarşamba

BİR ORTAKLIK OLARAK “KADINLIK”




Feminist hareket, kampanyalar ve bilinç yükseltme çalışmalarıyla ortak bir “kadınlık bilinci” yaratmaya çalışırken, hep bu ortaklığa vurgu yaptı: “Biz kadınlar” diye başlayan Feminist Bildirge, bu vurgunun cisimleşmiş haliydi. “Biz kadınlar, eziliyor ve sömürülüyoruz. Bedenimize, emeğimize ve kimliğimize el konuluyor....”. Feministlerin tanımladıkları ortaklık, ezilmeden kaynaklanan, “negatif bir ortaklık” idi. “Birbirimizden farklı olabiliriz ama hepimiz eziliyoruz” demekti. Bir ortaklıktan söz ederken ezilme noktalarının “beden, emek ve kimlik” diye ayrıştırılması ise, farklılıkların farkında olunduğunun işaretiydi. Hem feministler arasındaki farklılıkların hem de kadınlar arasındakilerin.



Türkiye’de feminist hareketin üzerinde durduğu bu “negatif ortaklık” zemini, kadınların kurtuluşunu modernleşme ile ilişkilendiren eski ve güçlü devlet feminizminden kopuşa işaret ediyor gibi görünüyordu: “azgelişmişlik”ten değil, ezilmeden söz etmek, feminizmi bir aydınlanma (ve aydınlatma) projesi olmaktan çıkarıp politik mücadele olarak tanımlamak anlamına geliyordu sanki.



Bu noktada hatırlamak gerekir ki, Türkiye modernleşmesinde “aydınlatma” misyonu da hep bir politik mücadele olarak tanımlanmıştı. Karanlığa, geriliğe karşı bir mücadele. Orta sınıftan eğitimli kadınlar, bu mücadelede resmî ideolojinin ve devletin doğal müttefiki olarak hareket etmişlerdi. Ancak, modernleştirici bir özne olarak devlet tarafından yürütülmesi ve sonra da 1960’lar ve ’70’lerden gelen ulusal kalkınmacı sol paradigma, bence bu mücadelenin politik niteliğini görmeyi engelleyen bir işlev taşıdı.2 Aydınlık/karanlık, ileri/geri kavramsal ikililerinin sol söylem içindeki gücü, modernleşmeci paradigma ile kalkınmacı sol arasındaki sürekliliği gösteren bir işaret olarak okunabilir. Bu işaretin özel anlamı, asıl ve ağırlıklı olarak kadınlar üzerinden tanımlanmasıydı tabiî. Aydınlığın ve ileriliğin de, karanlığın ve geriliğin de sembolleri olarak kadınlar.

Feministler, 1989’da “biz kadınlar...” dediklerinde, bütün kadınları kapsayacak genişlikte bir ortaklığı varsaymışlardı. Okumuş yazmış, iş güç sahibi kadınların da pekâlâ dayak yiyebildiklerini söylemek, bu ortaklığı vurgulamak anlamına geliyordu. Modernleşmenin ışığının kadınlara düşmediğini söylemek. Ama bunu açıkça söylemek, modernlik eleştirisini bir politik söz olarak kurmak yerine, cinsiyetin nasıl sınıfsal ya da başka farklılıkları “yatay kesen” bir kategori olduğunun kanıtı olarak kullandılar, böylece bence çok önemli bir kopuş imkânını atladılar. Bu kopuş, “kadın hareketi” denen belirsiz topluluk ile feminizmin farkını politik eylemlilik içinde ortaya koymayı da mümkün kılacaktı - oysa bu farkı adlı adınca ifade etmek bile pek çok durumda mümkün olmadı.



Çünkü, ortaklığı politik değil, sosyolojik bir ortaklık olarak kurdular böylelikle: ezilmeden kaynaklanan bir ortaklık. İşte tam da bunu yaparak, bir yandan modernleşmeci gelenekten kopmaya çalışırken, diğer yandan bu gelenekle bağlarını pekiştirdiler. Evet, “biz kadınlar” demek, kadınların kendilerini bir özne olarak tanımlamak, önemli bir kopuştu. Artık kadınları kurtarmaktan değil, kadınların kurtuluşundan söz edilmekteydi çünkü. Ancak bu öznenin politika değil sosyoloji zemininde kuruluyor oluşu, bu kopuşun radikalliğini ve gücünü eksiltti. Bir ortaklık olarak Kadınlık eğer ezilmeden doğuyorsa, yani asıl olarak sosyolojik olarak tanımlanıp buradan kadın politikası üretiliyorsa, kurtuluşun kadınların kendileri ya da kurtarıcılar eliyle olması arasında çok büyük bir fark kalmaz - asıl fark, Kadınlık’ın politik bir ortaklık olarak tanımlanabilmesiyle sağlanır. Bu iddianın tartışılması, bir yazının takatini aşıyor korkarım, ama böyle bir noktaya nerelerden geçerek geldiğimi göstermeye çalışacağım